Toplumsal Barış Ağı Bekir Ağırdır’ı Konuk Etti

Dicle Toplumsal Araştırmalar Merkezi (DİTAM), tarafından birçok sivil toplum kuruluşu ve aktivistin katılımıyla düzenlenen Toplumsal Barış Ağı buluşmaları bu kez KONDA Araştırma Merkezi Genel Müdürü Bekir Ağırdır’ı konuk etti. Yüz yüze gerçekleştirilmesi planlanan bu toplantı, İç İşleri Bakanlığı’nın 1 Haziran tarihli normalleşme genelgesinde toplantılara izin verilmemesi nedeniyle çevrim içi ortamda yapıldı. Daha önce Diyarbakır, İzmir, Mersin ve Van gibi kentlerde gerçekleştirilen bu toplantı dizilerinde toplumsal barıştan ne anlaşıldığı, barışa olan ihtiyaç, toplumsal barışın nasıl tesis edileceği gibi konular tartışılmaktadır.

‘Barış Yeniden Mümkün Mü?’ temalı son toplantıda Ağırdır, ‘Salgının ve Ekonomik krizin Kürt Meselesine Etkileri’ başlıklı bir sunum yaparak Türkiye’nin toplumsal barışa giden serüvenini istatiksel verilerle ve kendi izlenimleriyle aktardı. Toplantıya aralarında sivil toplum kuruluşu temsilcisi, gazeteciler, aktivistler, akademisyenlerin bulunduğu 100’e yakın isim katıldı.

Toplantının Satır Başları

Barışın, barış sürecinin, Türkiye’nin ekonomik ve siyasal krizlerinin tartışıldığı ve moderatörlüğünü DİTAM Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Av. Sedat Yurtdaş’ın yaptığı toplantıda ilk sözü DİTAM Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Vural aldı. Vural, bu toplantının barışa, demokrasiye ve siyasi bir çözüme çok uzak olduğumuz bir dönemde gerçekleştirildiğini belirterek bir araya gelmiş olmanın, bir nebze de olsa, feraha ve aydınlığa kavuşturduğunu ifade etti. Vural, sözlerini şöyle sürdürdü: ‘Gönül isterdi ki bu toplantıyı daha özgür bir ortamda yapalım. Özellikle barış süreci döneminde olmasını isterdik. Fakat şu anda barış sürecinden çok uzaktayız. Üstelik güvenlikçi politikaların had safhada olduğu, her gelişmenin ardında bir sıkıntının yattığı bir dönemde bu toplantıyı yapıyoruz. Ama bütün bunlara rağmen biz çalışmalarımıza devam etmek arzusundayız. Yapmaya da devam edeceğiz. Önümüzde sıkıntılar var; görüyoruz, biliyoruz. Ama dostlarımızla, arkadaşlarımızla bu sıkıntıları aşmaya çalışacağız. Şu anda bildiğiniz gibi Türkiye’nin gündemini sallayan mafya açıklamaları var. Bütün bu suçlamalara, bütün açıklamalara, bütün bu derin ilişkilerin ifşasına rağmen konunun muhatapları tarafından halen bir açıklama yok. Özellikle siyasiler ve bürokratlar cenahından bir açıklama yok. Bu işin sonunun nereye varacağını bilmiyoruz. Fakat bütün bu sıkıntılar alabildiğine devam ediyor. Bu suskunluk halen devam ediyor. Bütün bunların yanında bir de sivil toplum üzerinde ve muhalifler üzerinde ciddi baskılar var. Bildiğimiz kadarıyla Diyarbakır’da bizim gibi 3-5 sivil toplum ve düşünce kuruluşu kaldı. Tümü kapatılmış ya da devre dışı bırakılmış durumda. Nereye varacak bilmiyoruz. Daha önce belirttiğim gibi; bütün bunlara rağmen biz çalışmalarımıza devam etmek arzusundayız, dostlarımızın katkılarıyla ve katılımlarıyla…’

HDP’nin kapatılma sürecine ve Kürt sorununa da değinen Vural, kısa bir değerlendirme yapacağını belirterek şunları söyledi: ‘Bir siyasi partinin kapatılması durumu var. Siyasi partilerin kapatılmasının bir prosedürü vardır, bunun hukuki bir çerçevesi vardır. Ama siyasilerin bir kısmının, daha doğrusu ittifakın bir kesiminin kapat demesiyle; yani yargıya talimat vermekle kapatılmaya çalışılıyor. İki ay içerisinde ikinci bir iddianame hazırlandı. Şimdi şunu soruyorum: HDP kapatılırsa acaba bu bölgedeki Kürt oyları veya HDP’ye verilen oylar bu ittifaka gider mi? Vallahi gitmeyecek. Bütün buna rağmen neden bu yönteme başvuruluyor ben de bilmiyorum. Bildikleri bir şey vardır ama benim bildiğim tek bir şey var;  hiçbir plânları tutmuyor tutmayacak da… Türkiye’deki halk, yazarlar, çizerler ve aydın kesim bugünkü karanlık ve baskıcı ortamın bir an önce çözülmesinde büyük bir etken olacaklardır. Bunu önümüzdeki yıllarda göreceğiz ve bekleyeceğiz.

Kürt meselesini çok uzun anlatmak istemiyorum. 40 yıla varan bir çatışmalı ortamdan geçtik. Yüz bine yakın insan öldü. Halen bir çözümden çok uzaktayız. Bırakın Türkiye’nin sınırları dâhilini; Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne bile alabildiğine operasyonlar yapılmakta, insanlar ölmektedir. Kürt halkını tarihten silmenin imkânı olmadığına göre eninde sonunda insanlar bir gün oturup bir anlaşmaya varacak. Birbirini anlamaya çalışacak. Ama şu andaki kör dövüş nereye varacak bilmiyoruz. Yani açıklık ve rahatlıkla buradan söyleyebilirim ki bu gidişat, gidişat değildir. Bu politika çıkmaz bir sokaktır diye düşünüyorum. İnsanlar yakın bir zamanda bunun farkına varır mı veya nasıl bir siyaset üretir bilmiyoruz. Bu nedenle sorduk; çözüm süreci yeniden mümkün mü? Bu belki biraz uçuktur, belki hayali bir şeydir ama bunu bugün bile söylemek bizim için önemlidir. Gerçekten böyle bir arzunun böyle bir beklentinin içindeyiz. Ama olur ama olmaz… Dediğim gibi; biz istemeye devam edeceğiz. Bugün hâlâ Kürt diliyle ilgili, Kürtlerin hak ve özgürlükleriyle ilgili, Kürtlerin yaşam tarzı, Kürtlerin yurttaşlık haklarıyla ilgili baskılar var. Kürt dili halen normal bir dil muamelesi görmüyor. “X” diye ve “bilinmeyen bir dil” olarak geçiyor meclis zabıtlarına. Hâlbuki bu dil bu coğrafyanın en eski dilidir. Bunu kabul etmek lazım ki bu coğrafyada Türkçe yokken Kürt dili vardı. Dilleri yarıştırmaya, düşmanlaştırmaya hiç gerek yok. Umarım bir gün akıl başa gelir, olur. Ama görünen odur ki kendi içinde kavga ve kendi içindeki ayrışmalar bugün var olan düzeni yıkar diye düşünüyoruz. Görünen de odur. Bir suç örgütü lideri bile tek başına Türkiye’nin gündemini sallayabiliyorsa artık bunun hesabını her beraber yapalım.

Sınır ötesi operasyonların da artık son bulması gerektiğini düşünüyoruz. Suriye’de görünen odur ki orada bulunmak sadece güvenlik meselesi değildir; bir çıkar meselesine dönüşmüştür. Bu topraklarda Kürt sorununun çözüme ulaşması lazım. Kürtlerin de, Türklerin de, diğer halkların da özgür ve eşit bir ortamda yaşaması gerektiğini düşünüyoruz. Ve bu siyasilerin boynunun borcudur. Evet, bizlerin de ama bu iş siyasilerinin de boynunun borcudur. Umarım bir gün bu borçlarına sahip çıkarlar.’

Hayati Bir Konu Konuşuyoruz

Vural’dan sonra söz alan Sayın Bekir Ağırdır, Kürt sorununu Türkiye’nin en önemli sorunu olarak niteledi. Ağırdır’ın ‘Bana sorarsanız önemli bir konuyu değil; hayati bir konuyu konuşuyoruz. Yani ben öncelikle kendi pozisyonumu net olarak ifade edeyim.  Türkiye’de devletin yönetim mekanizmasını, yönetim biçimini, yerel yönetimler dâhil genel yönetim mekanizmasını baştan aşağıya yeniden demokratikleştirerek kurmadan ve toplumsal dönüşümü yani hukukun üstünlüğüne inancın yüksek olduğu, hoşgörünün birada ortak yaşama iradesinin güçlü olduğu bir toplum olma yolunda bir dönüşümü başarmadan yürüme imkânımız yok. Ama bunları başarmak için de en kritik, en temel, en mühim problem Kürt meselesidir bana göre. Dolasıyla Türkiye’de Kürt meselesinin ürettiği zihni ve akli engelleri, ambargoları çözmeden devleti de yerel yönetimleri de, yönetim mekanizmasını da, toplumu da dönüştürmek öyle kolay değil’ dedi.

‘Barış Yeniden Mümkün mü?’ başlığına atıfta bulunarak barışın mümkün olduğunu belirten Ağırdır, barış uğruna cefa çekmekten de kaçınmamak gerektiğini vurguladı: Ağırdır, ‘Barışı talep etmekten, bunun uğruna uğraşmaktan, debelenmekten, yeri geldiğinde ezasını cefasını çekmekten de vazgeçmemeliyiz. Çünkü demin dediğim gibi; hepimizin onuru ile alnı dik bir şekilde yaşayabileceği bir ülke inşa edeceksek bu meseleyi çözerek işe başlamak dışında başka bir başlangıç noktamız yok diye düşünüyorum ben’ şeklinde konuştu.

Bugün Barış Mümkün Mü?

Ağırdır, barışın bugün itibariyle mümkün olup olmadığını üç ayrı katmanda analiz yaparak şöyle açıkladı: ‘Peki, bugün barış mümkün mü? Yani 10 Haziran 2021’de ya da barışı inşa edecek bir süreci başlatmak mümkün mü derseniz? İzin verirseniz üç ayrı katmanda analiz yapmaya çalışacağım. Birincisi siyasi aktörler; yani iktidarıyla muhalefetiyle… Sonuçta böyle bir süreci başlatma iradesi olan kurumlar ve siyasetçiler üzerinden. İkincisi toplum üzerinden. Peki, böyle bir sürece toplum ne kadar hazır veya ne kadar istekli meselesi. Üçüncüsü de dünya ve içinde yaşadığımız bütün bu konjonktür, zamanın ruhu meselesi…

Önce elbette siyasi aktörlerden, iktidardan başlamak gerekiyor. Benim kanaatim odur ki bir kere karşımızdaki iktidar, her ne kadar AK Parti veya her ne kadar Tayyip Erdoğan’ı konuşuyor olsak da, ben karşımızda bir zihni koalisyon olduğu kanaatindeyim. Aktörleri kimdir bilmem. Ama mesele AK Parti kadar MHP, MHP kadar karşımızda Türk-İslâm sentezi denilen ya da uzun süredir askerlerin de, Avrasyacıların da savundukları bütün tezleri kendi bünyesinde vücut bulmuş bir iktidar koalisyonu var bir kere.  Dolayısıyla tek başına Tayyip Erdoğan ve tek başına AK Parti demek çok da mümkün değil. İşin bir yanı bu. Peki, bu blokun hedefi ne? Valla bu blokla bir kere çok temel yaşam tercihi farkımızı çok açıkça ortaya koymak lazım. Yani iktidar bloku bugün Türkiye’de meseleyi bir uygarlık çekişmesi ya da bir uygarlık seçeneği varmış gibi bir kavgaya çevirdi her şeyden önce. Beğensek de beğenmesek de adını adlıca koymamız lazım. Yani pandemi, normale dönme yasakları kapsamında bile uygulanan bir sürü tercihe baktığımızda bile bir kere minik minik tercihleri var. O tercihleri de bize dayatmaya çalışıyorlar. Evet, bu devletin her zaman makbul vatandaş tanımı vardı. Ve makbul olmayanları da; işte solcuları, Kürtleri, Alevileri, zaman zaman da dindarları olmuştur… Ama bugünkü iktidarın makbul olmayanlarının kimler olduğu çok açık. Yani ben HDP’yi kapatma davalarını da ya da işte derneklere ve vakıflara kayyum atayabilmek yetkisini, düzenlemelerini de, bütün bu hikâyeleri siyasi alanı daraltmak çabaları diye görüyorum. Çünkü bütün meseleyi iktidarını sürdürebilmeye odaklanmış ve o odağı da tümüyle güvenlik meselesinden tanımlayan ve de güvenlik meselesini de sadece askeri güç ve sınır güvenliği diye anlayan… Yani pandemiyi toplumsal bir yaşam için risk ve güvenlik meselesi olarak görmeyen ya da döviz kurlarını ekonomik bir yaşam için güvenlik meselesi olarak görmeyen… Güvenlik deyince meseleyi sadece bir sınır güvenliği ve askeri tedbirler diye anlayan bir iktidar bloku var karşımızda. Ve de olabildiğince siyasi alanı da daraltmaya çalışıyor. Daraltmaya da devam edecekler. En azından seçimlere kadar bu çabaya devam edecekler. Onun için üç aşağı beş yukarı onların ne yapmaya çalıştıkları belli bence. Peki, böylesi iktidar aktörlerinden, böyle bir zihni koalisyondan bir barış sürecini inşa edelim gibi bir çaba beklemek, en azından seçime kadar, yani çok hayalcilik olur ya da gerçekçi olmaz. O yüzden barış mümkün mü, evet mümkün. Ama bu iktidar aktörleriyle başlayacak, en azından seçime kadar başlayacak, bir süreç ihtimalini görmüyorum.’

Muhalefet Ne Yapıyor?

İktidara ve çoğunluk haline gelen zihni koalisyona değinen Ağırdır, muhalefetin tutumunu şöyle değerlendirdi: ‘Peki muhalefet ne yapıyor? Bir kere muhalefet bütün problem ya da meselelerden birisi orda. İktidarın bunca yaptıkları, bunca hataları, pandemi gibi, ekonomik kriz gibi reel sorunlara rağmen zaten oy aşınması ya da toplumsal desteğini kaybetmemesi beklenemezdi. Ama kendi hatalarıyla da oy desteklerini kaybetmeye devam ediyor. Ama asıl mesele, muhalif aktörlerin oy desteği de artmıyor. Yani olağan dışı olan kısmı bu. Çünkü insanlar bence emniyet şeridine ya da gri alana yığılıyorlar diyorum. Seçmen arabayı kenara çekiyor, en azından muhalif aktörleri izlemeye çalışıyor şimdilik. Hal böyleyken, muhalefetin gündemi sonuç olarak dönüp dolaşıp ‘peki aday kim olacak, ittifakta HDP olacak mı olmayacak mı?’ gibi işin son derece magazinsel tarafına… Belki hayati ama en azından bugün için hayati olmayan bir tarafına gelip tıkanıyor. Ama yine de ilginç bir durum var ki ilk kez -paradoksal bir biçimde- bu kadar eleştirdiğimiz, parti içi demokrasi yokluğu, oligarşik liderlik yapısı, bu partilerin otoriter içyapıları vs. ya da lider partileri olmaları meselesi paradoksal biçimde ilk kez bir işe yarayacak görünüyor. Çünkü partilerin kurumsal yapıları, kurumsal akıllarının nerde olup olmadığı tartışabilir. Hangi partinin yapısı ya da kurumsal aklı ne kadar geniş ittifaktan yana olup olmadığını tartışabiliriz. Ama en azından lider bazında ittifakın kaçınılmazlığını içselleştirmiş, bunun için de çaba gösteren altı tane lider var karşımızda. Yani paradoksal olan kısım da bu aslında.  Ama bütün seçim stratejisini ya da seçime dönük önümüzdeki bir yılı kurgularlarken tabi kamuoyu HDP olsun mu olmasın mı ya kilitleniyor. Hâlbuki benim önerim şu; muhalefetteki aktörler, biz bu kimliklerin temsilcileri olabiliriz, bütün kimliklerin bir arada yaşamasını inşa etmek için geniş bir ittifakın peşindeyiz diyebilmeleri ve bu gereklilikle düşünmeleri gerekiyor. Yok, biz kimlik siyaseti yapmıyoruz diyerek ya da herkesin kabul edeceği bir aday ismi aramaya yoğunlaşarak falan bu işin halledilmeyeceğini bir türlü anlamıyorlar.

Yine siyasi aktörlerden analize devam edersek eğer, muhalefetin adayı cumhurbaşkanlığı seçimini kazanabilir ama parlamentoda 312 ve 290 gibi bir denge çıkar. Ya da 320-280 gibi… Bu ne demek? O vadettikleri güçlü parlamenter sisteme geçecek anayasa değişikliği yapacak bir siyasi güce ulaşamayacaklar demek. Peki, ne olacak? Bugünkü o saçma sapan merkeziyetçi ve keyfi düzene bir insan oturtacağız. Oraya Murat’ı da oturtsak, Oktay’ı da oturtsak, Mehmet’i de oturtsak fark etmez. Bütün bu yetkilerle bir insanı oturtacağız ve o sözü edilen hiçbir anayasal değişikliği yapacak siyasi gücünüz olmayacak. Ülkenin bütün bu problemlerini ve Kürt meselesini çözmek için dört sene daha katlanan bize diyecekler. Abi katlanan 2027 seçimlerinde bakacağız. Mesela kimsenin bu ihtimale çalıştığı yok her şey önce.  Bu hikâyeyi çözmenin yolu muhalefet aktörleri seçimden sonraki süreci nasıl yöneteceklerini, nasıl yönetmeleri gerektiğini kamuoyuna açık bir biçimde tartışarak yapabilirlerse ancak o zaman HDP’nin de o koalisyonun ve ittifakın içinde olup olmayacağı meselesi aşılabilir. Yoksa böyle Ahmet Efendi ona HDP olsun dedi, Mehmet Efendi hayır mı dedi? Bu magazinsel kısmıyla bugünkü kısır döngü içinden çıkamayız.’

Toplum Açısından Barış Mümkün Mü?

Türkiye’ye barışın gelip gelmeyeceğini iktidarı ve muhalefeti yorumlayarak izah eden Ağırdır, toplumun barışa hazır olup olmadığını ise şu cümlelerle anlattı:: ‘İşin tabi bir de toplum tarafı var. Toplum açısından barış mümkün mü? Evet arkadaşlar. Toplum dehşet reel problemlerle karşı karşıya. Bir yandan bir can riski var; hepimiz için öyle. Bir yandan dehşet bir geçim derdi, işsizlik ve enflasyon derdi var. Toplum ya da sade bireyler; bütün o kimlikler… Negatif kimliklenme dediğimiz ya da kutuplaşma dediğimiz bütün o soyut hikâyelerin yanında gerçek hayatın problemleri o kadar ağır basmaya ve hararet o kadar yükselmeye başladı ki gerçek hayatın sorunları nedeniyle kimlikler, kutuplaşmalar, soyut meseleler eriyor bir yandan. Benim şöyle bir tezim var; son 30 yıldır kültürler arasında yaşanan gerilimler, bir yandan giderek –olması gereken- sınıfsal gerilimlere dönüşüyor. Çünkü pandemi ve ekonomik buhran nedeniyle uzun süreden beri yaşanmakta olan bir eğilim şimdi daha güçlü bir biçimde önümüzde; Türkiye’de yoksulluk ve adaletsizlik kalıcılaşıyor artık. Yani sınıf atlamak ya da daha refah bir seviyeye ulaşmak, fırsat eşitliğine ya da imkânlara ulaşmak… Anadolu köylerinden, eğitimsiz ailelerden gelip özel sektörde başarı olmak… Bütün bu hikâyeler giderek imkânsızlaşıyor. Bu geçim derdi ve can derdi reel problemler nedeniyle bu taraftaki o soyut kavramların heyecanı bir miktar törpülenmeye başladı. Ama hâlâ kültürler arası ciddi gerilimler olduğu için; yani muhafazakârlar, sekülerler ve Kürtler… Bu üçünün arasındaki soyut kutuplaşma giderek reel sorunların ortaklığı üzerinden törpüleniyor. Bütün dinamiğin buraya kaydığını söylemiyorum. Ama kültürel kimliklerin yanı sıra bunlar da yaşamaya başladı ve iki gerilim bir arada yaşanıyor bir yandan da.’

Toplumda Zihni Bir Dönüşüm Var

Toplumun son 10 yılda yaşadığı zihinsel dönüşümü istatiksel verilerle ortaya koyan Ağırdır, özellikle son iki yıldaki pandemi ve ekonomik buhran sürecinde toplumda empati halinin oluştuğuna dikkat çekti. Ağırdır sözlerini şöyle sürdürdü; ‘Bizim yaptığımız bazı özel araştırmalar var. Bunlardan bir kısmını sizlerle paylaşayım. Yeni anayasa yapılmasıyla ilgili Ocak 2012’de yaptığımız araştırmada yeni anayasaya hiç gerek yoktur diyenlerin oranı %43’müş, Kasım 2020’de sadece %19. %81 insan yeni anayasaya ihtiyaç var diyor. Bundan bir kısmı eldekini düzeltelim diyor, bir kısmı -%31’i- her şeyi baştan yazalım diyor bugün ki Ocak 2012’de bunu diyenlerin oranı %21’di. Bir başka araştırmaya göre; devletin özgürlükler, başörtüsü ve cinsel yönelim gibi her türlü tercihler karşısında tarafsız kalmalı mı kalmamalı mı sorusuna Eylül 2012’de %69 insan buna doğru diyormuş, şimdi %80 insan bu fikirde. Bir başka konu; devlet Alevilerin dini inançlarını diledikleri gibi yaşayabilmeleri için destek vermelidir sorusuna Kasım 2010’da %60’mış, şimdi doğru diyenler %72. Diğer bir konu; anayasada değişiklik yapılarak Kürt kimliği anayasal olarak tanınmalı mıdır sorusuna Eylül 2012’de olumlu yanıt verenler %25’miş, bugün %45. Kürt meselesinde müzakerelere dönülsün mü sorusuna Ağustos 2016’da dönülsün diyenler %27’miş, şimdi %35. Ülkenin resmi dili ne olmalıdır sorusuna Eylül 2012’de yalnızca Türkçe olmalıdır diyenler %85, Türkçe’nin yanı sıra bu topraklardaki diller de resmi dil olabilir diyenler %15’miş. Bugün bu oran %25. Buna benzer birçok araştırmayı sunabilirim. Toplumda bir zihni dönüşüm var. Bunca yaşananın hiç katkısı olmuyor değil; bunca yaşanan, bunca tartışma ve özellikle son iki yıldaki pandemi ve ekonomik kriz nedeniyle bir empati, bir birbirini anlama hali var. Ama vatandaş ya da sade birey bunu sokaktaki yaşamına ne kadar yansıtıp yansıtamadığı ayrı bir mesele. Çünkü Türkiye toplumunun önündeki en büyük problemlerden birisi şu; Türkiye toplumu, her birimiz aslında, birey olmak konusunda son derece gayretli; ama yurttaş olmak konusunda ikircikli, tedirgin ya da temkinli bir duyguya yöneliyor. Çünkü hayatı boyunca yurttaş olmak konusunda önündeki imkânlar hep kısıtlı olmuş, devlet hiçbir zaman zaten yurttaş olunsun istememiş, 600 yıl boyunca bütün hak mücadeleleri şaki diye, eşkıya diye tanımlanmış, adları değiştirile değiştirile kıyıma uğramış… Dolayısıyla bu toplumun belleğinde bu tür meseleler için diri bir mücadele vermek yok. Ama zihin dünyasında bütün bu tartışmaların ne olduğunu da biliyor, bireysel hayatında –kamusal alanda değil- bütün bu kutuplaşmaların dışında, bütün bu gerilimlerin dışında çoğulcu, sorun çözücü, gayretli, hayalci, umutlu… Ama sokaktaki ortak hayata döndüğü zaman da son derece korkan, temkinli, tedirgin. Devlet kendi hayatına karışmasın isteyen ama sokakta güçlü bir devlet olsun diyen, böyle ikircikliği önde olan bir toplum… Birey olma gayretini yurttaş olmaya aktardığı zaman kıyılmış her zaman ve bunu belleğinden bir türlü atamıyor. Fakat olması gereken kadar olmasa da giderek bir zihni değişimin geliştiğini görüyoruz. Bunun örgütlenmesi, bir demokrasi talebi haline gelmesi eksikliğini de görüyoruz. Zaten sorun, bu topraklarda ortak yaşam talebini nasıl örgütleyip bunu nasıl siyasete aktaracağımız meselesi. Olup olmaması meselesi değil; olanın giderek hayatın içinde değişiyor olduğu gerçeği. Metropolleşmeyle birlikte temasın giderek artması, birbiriyle hemhal olma hali, birbirini görme, tanıma hali giderek daha olumlu sonuçlar vermeye başlıyor. Ama henüz siyasete baskı üretecek kadar güçlü bir hale, örgütlülüğe gelmemesi de bir sorun olarak ortadadır.’

Ağırdır’ın sunumundan sonra toplantı, katılımcıların soru ve yorumlarıyla devam etti.

KONDA Araştırma Merkezi Genel Müdürü Bekir Ağırdır’ın sunumunun tamamına aşağıdaki videodan ulaşabilirsiniz.

İlgili Yazılar

tr_TRTürkçe